komunistmucadele
 
  Ana Sayfa
  Komünizm Nedir?
  Türkiye'de Komünist Mücadele
  Dünyada'ki Komünist Liderler
  Dev-Yol
  Üniversiteli ve Liseli Gençlik
  12 Eylül Riyakarlığı ve Gerçekler
  Gerilla Savaşı:Bir Yöntem
  Solcu Dernekler-Partiler
  Anti Emperyalist Mücadele
  Önderlerimizden Sözler
  PKK Solcu Örgüt Değildir!
  İtiraf Ediyoruz
  -Dünya'da Yapılan Devrimler-
  Castro ve Küba Devrimi
  Mao ve Çin Devrimi
  Vietnam Devrimi
  Chavez ve Venezüella
  -Katliam-Darbe-İşkence-
  Kanlı Pazar
  1 Mayıs 1977 Katliamı
  12 Eylül ve Diyarbakır Zindanı
  Sivas Madımak Oteli Katliamı
  26 Eylül 1999 Ulucanlar Katliamı
  -Yazılarım-
  Faşizm Nedir?
  Sınıf Mücadelesi
  PKK Hakkında Gerçekler
  -Felsefe-
  Felsefe Nedir?
  Filozofların Felsefe Hakkında Düşünceleri
  Varoluşçuluk
  İdealist Felsefe
  İslami Felsefe
  Materyalist Felsefe
  Diyalektik Materyalizm
  Epikürcülük
  Nihilizm
  Jean Paul Sartre
  Friedrich Wilhelm Nietzsche
  Aabye Kierkegaard
  Martin Heidegger
  Gorgias
  Albert Camus
  Immanuel Kant
  Mihail Bakunin
  Karl Heinrich Marx
  Friedrich Engels
  Georges Politzer
  Demokritos
  La Mettrie
  Auguste Comte
  Francis Bacon
  Saint Simon
  John Locke
  Farabi
  Herakleitos
  Friedrich Hegel
  Socrates
  Sigmund Freud
  Albert Schweitzer
  Ziyaretçi Defteri
Jean Paul Sartre
Jean Paul Sartre (1905-1980) 

1905’de Paris’te zengin bir ailenin çocuğu olarak doğdu.Babası bir donanma subayıydı ancak Sartre daha bir yaşındayken ateşli bir hastalıktan ölmüştür.Annesi Anne-Marie Sartre’yi de alarak bir Fransız soylusu olan babası Karl Schweitzer’in evine döndü.Sartre ,babasının erken ölümü ile Freud’yen odipus kompleksinin yaşanmadığı bir çocukluk dönemi geçirdiğini iddia etmektedir. Bir otorite figürü olmadan geçirdiği çocukluk döneminde “katı superego-saldırganlık ve evlat itaati” gibi komplekslerden uzak kalmıştır kendi fikrince. Erişkin yaşamında ise ergenliğinden beri otorite karşısında konumlanmışlığını , başına buyruk geçirdiği çocukluk dönemi sonrasında burjuva yaşantısının (konformist) değerlerine itaat etme isteksizliği ile açıklar.

Sartre,büyükbabasının otoriter bir adam olduğunu belirtmiş ancak kendisi için bir süperego figürü olduğunu reddetmiştir.Çocukluğunda geçirdiği bir rahatsızlık sonucu sağ gözünde görme kaybına uğradı.Bu hastalık aynı zamanda kötü görünümlü bir şaşılığa da yol açmıştır.Annesi yeniden evlendiğinde Sartre üvey babasının yanına La Rochella’ya taşındı.Okul yaşamında başarılıydı ve bu kısa boylu,zengin giyimli,çelimsiz ve kurbağa suratlı öğrenci üstün zekasıyla diğerleri içinde hemen fark ediliyordu.İlk yazdıkları kahramanlık ve şövalyelik hikayeleri giderek romanlardır.Lise sonrası eğitimini Ecole Normale Sup’erior’da sürdürür.Seine nehrinin sol tarafındaki kafelerde oturan üniversiteliler arasında hemen göze çarpan birisidir Sartre.Sivilceli yüzü ve kalın gözlükleri ile itici görünen bu genç adam konuşmaya başladığı zaman çevresindekileri hemen etrafında toplayıverir.Oluşturdukları grubun popüler konusu felsefedir kuşkusuz.Bir gün aynı üniversiteden 21 yaşında uzun boylu ve ciddi ,felsefe konusunda oldukça bilgili , meraklı genç bir kız katılır aralarına .

Resim........Resim

Adı Simone de Beauvoir olan bu genç kıza çalışkanlığı ve enerjisi yüzünden hemen “kunduz” lakabı takılmıştır.Kısa zamanda Sartre ve Beauvoir sevgili olurlar.Sartre onun başta giyim olmak üzere burjuva alışkanlıklarını değiştirmeye çalışırken ,Beauvoir Sartre’nin sivilce kremi kullanmasını,banyo yapmasını, gömleğini değiştirmesini tavsiye eder.Birlikte kafelerde uzun sohbetler yapar,ders çalışır,ucuz yemekler yer,yürüyüşler yaparlar.İlişkilerini de hep “açık” tutmaya çalışırlar.Burjuva işi ev hayatı,para durumu,sıradan sevgi istemezler çünkü. İlişkileri dürüst ve açık olmalı,bağlanmaya müsaade etmemelidir. Sartre’nin yaşam planı “seyahat”,”çok eşlilik” ve “dürüstlük” üçlemesine dayanmaktadır.İki senelik bir ilişkiyi takiben birbirlerinden bir süreliğine ayrılabilir ve sonra yeniden bir araya gelebilirler.Burjuva ahlakının sadakat anlayışına hiç de uymayan bu yaklaşım daha sonra dünyada pek çok entelektüele ilham kaynağı oldu.

Meteoroloji balonlarını uçurduğu bir askerlik dönemi sonrasında Sartre öğretmenlik yapmaya başladı.Bu esnada sürekli okuyordu. Descartes, Kant ve Hegel gibi filozoflar 20. yy da yaşamak,onu açıklamak için yetersizdiler.Önceleri etkilendiği Freud ise zihnin özerkliğini reddettiği için kabul görmez..Bir arkadaşının önerisiyle Husserl okumaya başlar ve başlar başlamaz bu Alman felsefecinin “fenomenolojisi” onu hemen etkileyiverir.Husserl’i incelemek üzere bir senelik burs kazanır ve 1933 yılında Berlin üniversitesinde çalışmaya başlar.

Almanya’da nasyonel sosyalist hareketin tırmanışa geçtiği bu dönemde Sartre "solipsist (tekbenci)" bir perspektifle "varlığının bilincini" ve "deneyimlerinin özgür görüngülerini"incelemeye adamıştır.Sartre ,fenomenolojik olanı takip ederken “olumsallık/contingency”(bir şeyin mutlak anlamda bir şeye karşılık gelmemesi-değişebilirlik-belirsizlik-şu ya da bu olabilme potansiyeli) fikrini geliştirir.Ampirizm’in savunucularında David Hume’nin görüşlerine katılarak nedensellik ilkesini sorgular ve zorunlu görülenin nesnelerde değil aslen zihinde bulunduğunu , zihnin ise bunu nesnelere yüklediğini ileri sürer..Zorunluluk-kesinlik olmadığı zaman dünyadaki her şey tıpkı varlığımız gibi olumsallaşır. 

Bulantı
Sartre’nin fenomenolojik bakış açısıyla yazdığı romanı “La Naussee” (bulantı) 1938’de yayınlandı. Roman Bouville eyaletinde amaçsızca yaşayan Roquentin adlı roman karakterinin yaşadığı olumsallık deneyimini konu ediniyordu. Bulantı ya da tiksinti insanın nesnelere verdiği anlam geri çekildiğinde, varoluşun olumsallığı ve saçmalığı idrak edildiğinde ortaya çıkar.Varolan veya kendinde varlık anlamdan yoksun,dünya ise temelsizdir.. Sartre'nin uyguladığı fenomenoloji yönteminde Husserl’inkinden farklı olarak bilince yansıyan “özlere/idelere” hiçbir anlam verilmiyor, tümüyle anlamsız ve usdışı oluşları ortaya çıkıyordu.İşte Roquentin'de kestane ağacını izlediğinde yavaş yavaş ortaya çıkan “bulantı” bundan kaynaklanıyordu.(bulantı metni buraya……)


Sartre, ikinci dünya savaşına kadar felsefe öğretmenliğine devam eder.Savaşa çağrıldığında ise Almanların eline 1941 de esir düşer.Esirliği esnasında eline geçirdiği Heidegger’in “Varlık ve Zaman” isimli önemli kitabını okumaya başlar.Sartre ,düşman elindeki esaretinden kurtulduğunda öğretmenlik mesleğine geri döner.Bir yandan da Heidegger’in “Varlık ve Zaman”ına atıfta bulunan “Varlık ve Hiçlik” eserini yazmaya koyulur.

Resim

Sartre öğretmenliği bırakarak 1945 den sonra “Les Temps Modernes” isimli edebi dergisinin editörü oldu.2.dünya savaşının bitimiyle birlikte başlayan soğuk savaş esnasında sosyalist bir duruş sergiledi ancak sovyet politikalarını da eleştirmekten geri durmadı.. " Varoluşçuluk bir humanizmadır" adlı eserinde varoluşçuluğun savunduğu “anlamsızlık-beyhudelik-hiçlik” gibi kavramların humanist olmayan bir dünya görüşünü yansıttığı fikrine karşı çıktı.İnsanın kendi dışında düşünerek ve kendini kaybederek var edebilen bir varlık olduğunu söyledi.Kişi aşkın amaçları takip ederek kendini var eder ve nesneleri sadece kendi aşkınlığıyla ilişki içinde kavrayabilir demiştir.

1956-60 arası Cezayir’in özgürlük savaşında Cezayir’i destekleyen bir Fransız aydın olarak öne çıktı.Ülkesinde çok tepki topladıysa da Sartre’nin aydın duruşu dünya için dikkat çekiciydi.Çağının sorunlarına yüz çevirmeyen,etkin ve sorumlu davranışları pek çok aydına örnek olmuştur.

1964 de “Les Mots” (kelimeler) adlı çocukluk otobiyografisi için verilen Nobel ödülünü,bir yazarın böyle bir ödül almasının onu kurumlaştırabileceği görüşüyle reddetti.

Resim

1967’de A.B.D’nin Vietnam savaşı esnasında işlediği suçları yargılayan ama etkisi pek sınırlı olan Russel mahkemesine başkanlık etti.

Sartre ve marksizm

1952 den itibaren Marksist olan Sartre ,1960’da yazdığı “Dialektik aklın eleştirisi” adlı eserinde Marksist tarih anlayışından etkilendiğini açıkça ortaya koydu..Marksist felsefenin yaşanılan yüzyıl itibarıyla aşılamayacağını söyledi.Ancak Marksın tüm insanlık ilişkilerini yöneten “yokluk” sorununa gereken önemi vermediği eleştirisinde bulundu. Fransız komünist partisine resmi olarak katılmayan Sartre, Sovyetler birliğinin 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya işgalini eleştirmekten geri durmadı.Kızıl Çin’e,Sovyetler Birliğine, Küba’ya giderek görüşmeler ve araştırmalar yaptı.


Son yıllarında gözlerindeki rahatsızlık iyice ilerledi ve sonunda görmez oldu.Bundan sonraki çalışmaları Simone de Beauvoir tarafından daktilo edildi.

Sartre’nin içki,hap,sigara,kadınlar ve çokça çalışmanın ağır yüküyle yıpranmış bedeni sonunda onu taşıyamaz oldu ve 1980 yılında , 74 yaşındayken öldü.

Cenaze törenine katılan 25.000 kişi çalışmalarını yazdığı Latine Quarter’dan, Seine nehrinin sol kısmındaki kafelerin önünden geçirilerek defnedildi.

Resim
Felsefesinin ana hatları:

 
a.Eylem Felsefesi


Sartre ,Heidegger’in “Dasein”inden ve “insanı meşgul eden,varlığın anlamını unutturan küçük ve önemsiz şeylerin” hücumundan etkilenmiş olmalı.Dasein dünya içinde olan insandı.Onun içinde olan ,onunla birlikte iç içe geçmiş olan insan.Varoluşçu felsefenin diğer felsefe akımlarından farklı olarak gerçekleri açıklamak,varlığın üzerini örten sır perdesini kaldırmaya çalışmak yerine bireye,bireyin hayatın içindeki eylemine yöneldiğini biliyoruz.

 
Sartre’nin felsefesi bir “eylem felsefesi”dir.Düşünmek yerine “eylemek” ve “seçmek” yoluyla bilincimiz oluşur. “Trans haline geçildiğinde kavuşulan” düşünceler değildir yol gösteren.
Caddede ya da otobüste ,mahallede, bir şeylerin tam ortasında beliren kavrayışlardır.



 
b.Bilinç

Dünyamı kendi görüşlerime göre tasarladığı m için, o benim için varolmakta
olan tek dünyadır. Bir şeyin benim olması için, onu benim kurmam,benim tasarlamam gerekir. O halde dünya, bizim için olan yönüyle,değişmez ve tek olan bir dünya olmayıp, herbirimizin kendimizi merkeze almak suretiyle, beklentilerimize, ilgilerimize, ereklerimize göre oluşturduğumuz bir dünyadır.Tasarladığımız bu dünyalar, herbirimizin tasarımları farklı olduğu için, bize ham bir gerçekliğin varoluşunu göstermekle kalmayıp, kendi varoluşumuzun ve kendi "ben"imizin inceliklerini de gösterir.

Sartre,Heidegger'den farklı olarak bilincini dış dünyanın nesnelerinden ayrı düzlemde tutar..
 
Heidegger’in “Dasein”i mutlaka yol gösterici olmuştur Sartre için.Ancak Heidegger’in özne-nesne ayrımını kaldıran "iç içe geçmişlik" deneyiminin Sartre’nin fenomenolojisinin solipsistik anlayışına uymadığını belirtmek gerekir.
Sartre için varlık dünyayı kavrama gücüne sahip bireyin bilinçli varlığıdır. Bilinç boşluktur. Zira tüm dünya bunun dışında kalır. Ama bir nesnesi vardır yine de (varlık) O yüzden “var olan tek şey benim ve dış dünya benim bir parçamdır” diyen katı solipsizmden kaçar. 
Bilinç nesneler dünyasına ait değildir ve o yüzden “determinizm/gerekircilik” alanının dışında özgürce konumlanmıştır.


Sartre'nin kaygısı,önceden belirlenmiş bilincin yerine kendi seçimlerini yapabilen bir bilinç koyabilmekti.Klasik felsefe uğraşları olan ontoloji ve epistemolojinin temel sorusu"dışımızdaki dünyada nesnelerin bizden (bilincimizden) bağımsız olarak var olduğunu" bilebilir miyiz ve bilebilirsek bunu nasıl bilebiliriz şeklindeydi.Bilincimizden bağımsız nesneler olamaz ve olsa da biz bilemeyiz dendiğinde idealizme ,bilinç alanımıza girse de girmese de dış dünyada nesneler bizden bağımsız olarak vardır diyenler ise realizme dair görüşleri dile getiriyorlardı.İdealizm ise bilincin a priori(önsel) bazı kavramlarla belirlenmiş olduğunu ileri sürüyordu(Descartes,Spinoza ve kısmen Kant).Sartre bilinci idealizmin öngördüğü "belirlenmiş konumdan" kurtarmak istemiş ve "idealizm ile realizm arasında " ince bir çizgide ilerlemeye çalışmıştır.

İdealizm bilinci her zaman algıların dolduğu bir hazne olarak görmüş ve bu hazne-bilinç ile "kendilik" arasında koşutluk görmüştür.Oysaki bir algı deposu gibi bilinç ile kendilik arasında bir ayrım olsa gerektir.
Bu yüzden idealizmin bilinci;algılarla yüklü ve fenomenolojinin önerdiği gibi daima yönelimsel karakterde sahip "şeyleştirilmiş " ,"kendi kendisine ihtiyari olarak gelişen" bir olgu ile özdeşleştirmesini eleştirmiş ve karşı çıkmıştır.

J.P.Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu-David West
İdealizmin merkezinde, kendi içinde duyumlar (izlenimler ya da ideler) ihtiva eden bir tür hazne olarak, yanıltıcı bir bilinç görüşü bulunmaktadır. Sartre `beslenme ve sindirimi çağrıştıran' bu bilinç görüşünü, onun belli bir cazibesi dahi olsa, kesinlikle reddeder: `Hepimiz, şeyleri ağına çeken, onları beyaz bir köpükle kaplayıp yavaş yavaş sindirmek suretiyle, kendi maddesinin ayrılmaz bir parçası hâline getiren örümcek-zihin görüşünü kabul ettik. Bir masa, bir taş, bir ev nedir? Belirli bir "bilinç içerikleri" kümesi, bu içeriklere yüklenmiş olan bir düzendir. O, söz konusu bilinç görüşünü aşmak için gerekli olan ipucunu fenomenolojide ve özellikle de, zihin veya bilincin ayırıcı özelliğinin, onun `yönelimselliği' veya `bir nesneye doğru yönelmişliği' olduğu kavrayışında bulur. Sartre yönelimselliğin, bilinci -zihni veya `içeriklerini' şeyler ya da şey-benzeri varlıklar olarak tasarlama anlamında- şeyleştiren herhangi bir bilinç görüşünden radikal bir kopuşu gerektirdiğini düşünmektedir. O, kendisini çok iyi bir biçimde tanımlayan göz alıcı bir üslûpla, bilinci dünya nesnelere doğru aktif bir `patlama' olarak tanımlar.

Aronson'un burada çok işe yarayan yorumu şöyledir:
bilinç, `bizi kendimizden ayıran, hatta onların gerisinde bir "ben" oluşturacak kadar boş zaman dahi bırakmayan, bağlantılı bir patlamalar' dizisiydi. Bu bütünüyle aktif bilinç, tümüyle ihtiyariydi ve böyle bir bilinç hiçbir şey değildi. O sadece, kendisinin dışına, nesnelere doğru hareket ettikçe, varoluyordu.

Ve, bir şey olmayan bir bilinç, elbette ki, hiçbir şeydir (Varlık ve Hiçlik 'in başlığının gönderimde bulunduğu husus). Sartre'ın bilincin şeyleştirilmesinin her türüne karşı gösterdiği mukavemet, onu Husserl'i, Kant 'ın epistemolojik projesine geri dönmekle suçlamaya götürür. Gerek Kant ve gerekse Husserl , tecrübeyi, bir transendental benle, bilincin `gerisinde' olduğu kabul edilen bir şeyle tanımlar. Ama ben bir kez bu şekilde (ister Descartesçı bir ben veya ruh ya da bir dünyaya ilişkin tecrübeyi mümkün kılan söz konusu transendental güç olarak) bir şey diye anlaşılınca, ben ile dünya arasındaki ilişkinin açıklanması hayli problematik hâle gelir. Kendi kavrayışının gerektirdiği sonuçları yanlış anlayıp yorumlayan Husserl, Sartre 'a göre, Batı felsefesinin neredeyse ezelî-ebedî iki tuzağı olan solipsizm ve idealizmin kurbanı olmaktan kurtulamaz.

“Önemsiz şeylerin hücumu” konusunda ise Sartre, Heidegger’e katılıyor olmalı.Zira hayatı boyunca burjuva ahlakına ,değerlerine önem vermemiş,bu tür bir hayattan uzak durmaya çalışmıştır.Belki de “bira”ya olan düşkünlüğü “önemsiz şeylerin yaptığı saldırının uyandırdığı kaygıya karşı” bilincini duyarsız hale getirmek içindi.


 
c.İnsan davranışlarının temel güdüsü

Sartre “Ben neysem varlığın olmadığı hiçliğim” diye düşünür.”Diğer insanların varlığı benim olanaklarımın ortadan kalkmasıdır.”Sartre,insanın kendisinde olmayan şeyi istediğini,eylemlerinin ve arzularının “varlığa doğru akan nehirler” gibi aktığını anlatır.”Dünyaya sahip olmak için ve dünya olmak için arzularım.Bir şeylere sahip olduğumda hiçliğim varlık olur.Hemen hemen aynı durum bir şeyi tahrip ettiğimde de gerçekleşir.Onu ayırır ve bana nüfuz etmezliğini tahrip ederim.Özgürlüğüm tanrı olmak için seçer,bu seçim açıktır ve tüm eylemlerimi yansıtır.”


 
d.Solipsizm

Sartre,”gerçek olan tek şey benim bilincimin varlığıdır,geri kalan her şey ise onda oluşan bir yansımadan ibarettir” diye yorumlanabilecek düşünceleri itibarıyla solipsistik görünür ama katı solipsizmden de bir ritüelle kaçınır.Bilinç varlığını göstermek için “diğerlerine” ihtiyaç duyar.Diğerleri ise onun bilinç alanına girerek bilincinin düşünce nesnesi olur. Diğerleriyle olan ilişki bu bakımdan düşünüldüğünde “mazohistik” bir ilişkidir.Zira bilinç böylece varlığını ispat etse de “diğerinin” düşüncesiyle kısıtlanır.Sartre bu görüşü “No Exit” oyununda geçen bir cümlede vermiştir.”Cehennem başkalarıdır..”

Fenomenolojik bilinç anlayışı bilincin yani Sartre'ın ifadesiyle "Kendisi Için Varlık'ın entansiyonel bir faaliyet olarak kendi dışında kalan nesneye yönelimi itibariyle değerlendirilmesini gerektirir.
Böyle bir tavır alış bilince yöneldiği nesneyi kendisi için anlamlandırma imkanı verecektir. Dünya bilincimin yönelimiyle lüzumsuzluğundan ve mutlak saçmalığından kurtularak "bilinç için varlık", "benim için varlık"," ... sadece ve sadece bir (bilinç) olduğu nisbette ... (bilinç için) birşey haline gelecektir."



 
e.Varlığın diyalektik görünümleri:kendinde varlık-kendi için varlık

1943 yılında önemli felsefi düşüncelerini barındıran "varlık ve hiçlik" kitabı yayınlanır. Sartre açıktır ki, Heidegger gibi “varlığın ne’liği ile ilgili” değildir.O,varlığın görünen biçimleriyle ilgilidir daha çok. Kitabında bu görüşü yavaş yavaş açımlayan ünlü formülünü ortaya koyar:“Varoluş özden önce gelir”…Sartre,dinsel dogmadan kaynaklanan bir yanılgıya işaret etmektedir önce..Tüm on yedi ve on sekizinci yüzyıl boyunca insanın doğasının önceden belirlenebilirliği üzerinde durulmuştu.Böylece “öz”, yani “insanın değişmeyen özellikleri toplamı” insan daha varolmadan önce onu belirliyordu.Oysa Sartre,özcü yaklaşımın yanlışlığını ,önceden belirlenmiş insan doğası diye bir şey olmadığını,insani özün varoluşun başlangıcından itibaren bulunmadığını ileri sürdü.
Ona göre ne tanrı vardı ne de tanrının insanı yaratış planı. Özü olmayan insanın doğumu ile tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi bir “kendinde varlık” (l'en-soi) doğuyordu.”Kendinde varlık” canlının yalnızca türüne özgü niteliklerden ibaretti..O, varlığın doluluğunun bir yansımasıydı.İçinde bu doluluğun önüne çıkan özelleşmiş bir şey barındırmıyordu.
Ama (sadece) insan varoluşu gerçekleştikten sonra kendi özünü yaratabiliyordu.Kendi özelliklerini “özgür seçimi” ile belirliyordu.Oluşan bu varlık "kendinde varlık" denilen varlıktan farklı “kendi için varlık” (le pour –soi ) idi.
Sartre’nin bu yaklaşımı Hegel’in varlık yaklaşımına benzemektedir.Hegel de kendi varlık felsefesinde Sartre’nin kullandığı terimleri kullanmıştır. Hegel için de varlık, “kendinde-olan” (“l'en-soi”), “kendi-olan” (“de soi”) ve “kendi-için olan” (“le pour –soi”) durumların, sürekli devinim içinde birbirlerine geçişleri, dönüşümleri, bütünleşmeleri ve sonuçta birbirlerinin içinde erimeleridir. Bu varlığın tarihini oluşturur, tarih ise varlığın yapısıyla birlikte değişimin nesnelliğini hazırlar.Bu yaklaşımlardaki ortak nokta “bilincin” yalnızca deneyimler (deneyimin nesnesinin ise bizzat tinin özü olduğu Hegel’ce bildirilmiştir) yoluyla bilebildiği ve kendini oluşturan özellikleri bu deneyimler yoluyla kazandığıdır.Varlığın diyalektiği , Hegel felsefesinde olduğu gibi Sartre için de “kendinde varlık” ile bir proje halinde olan “kendi için varlık” arasında süre giden diyalektik süreçtir.

"Kendisinde varlık olarak dünya', dünyanın herhangi bir etkileşime
kapalı yapısını gösterir.Dünyanın Kendisinde Varlık olması demek onun "özdeşIik" prensibine uygun bir yapıya sahip olup, kendi kendisine özdeş olması demektir.
Kendisinde Varlığın bu hususiyeti "Varlık ne ise o'dur"l şeklinde formüle
edilir. " .Kendisinde Varlık kendisine göre (tam bir) kesafet gösterir Kendisinde Varlık'ın kesafeti, onun tam manasıyla kendi olduğu (som=massif) "anlamına gelir. O kendisiyle dopdolu olup, bilinçten yoksundur. Kendi kendisinde olup başka hiçbir varlıkla bağlantısı olmayan Kendisinde Varlık olumsal (contingent) bir varlıktır.
Olumsallığı "mutlaklık" olarak karşımıza çıkan bir varlıktır. Başka bir deyişle,
varoluşu itibariyle sebepsiz, izahsız, "fazladan" bir varlıktır. Varlık nedeni olmayan ve her türlü zorunluluktan uzak olan bu varlık kendisine bir bilinç yönelmeden önce varoluşu itibariyle lüzumsuz, sebepsiz, mutlak
saçmalık olan bir varlıktır.


 
f.Özgürlük:

Sartre insanların özgürlüğe mahkum olduğunu ifade etmişti.O, Freud’çu manada psikolojik determinizme inanmaz ama varlığın getirdiği bir takım koşulların insanı mahkum ettiğini kabul eder.İnsan doğuşundan itibaren böylesi koşullar içersinde bulur kendisini.Sınıfsal-bedensel-zihinsel koşullar onun varlığını belirler.Sonunda bir filozof,profesör ya da amele olabilir insan.
Ama Sartre ,yine de kişinin başında hangi sıfatlar bulunursa bulunsun varoluşunu bir “süreç-durum” olarak yaşamakta özgür olduğunu söyler.İnsan içinde bulunduğu şartlara rağmen bir tutum belirlemekte özgürdür.Varlığının değişimi ancak böyle tutumlarla başlar.
İnsan kimi zaman alın yazısı kadar kati görünen kimi şeyleri kabul edtmek zorunda kalır.Ama kendisine kalan özgürlüğü ile bir tutum seçer ve yapabileceği kadarını yapar.Bu özgürlük beraberinde sorumluluk da getirir.İnsan eylemlerinden kendisinden başka kimseyi sorumlu tutmamalı,suçlu aramamalıdır.

İnsan her şeye bir anlam verir. Bu gün verdiği bir anlamı yarın aptalca bularak değersizleştirebilir. Bir alkolik,içinde bulunduğu durumu aptalca bulabilir ve alkol almamaya karar verir.Ama ardından bu fikrin hiç de iyi bir fikir olmadığını düşünerek birkaç kadeh içmeye gidebilir.İnsan tamamen “olumsal” bir hal içindedir.Özgürlüğü ona istediği anlamı seçmesine imkan verir.

İnsan özgürlüğü ile kendi özünü oluşturur.Bu öz bir hedef gibi görünebilir insana ve onu gerçekleştirmek için çalışır.Ama değerlendirebileceği bir kıstas olmadığı için kesinlik taşıyan bir öze asla ulaşamaz. Dolayısıyla salt bir öze kavuşmuşluk duygusu ve iç huzuru imkansızdır.Evet insan bir projedir ama nihayeti olmayan bir proje.


Her seçim yalnızca insanın kendisi için yaptığı bir seçim değildir.Aynı zamanda insanlığın tümü için doğru olduğuna inandığı seçimdir,insanlığa önerisidir.Okuduğu kitaptan,dinlediği müziğe,kendisi için seçtiği önderlere kadar insan yaptığı seçimlerle tüm insanlara karşı sorumluluk taşır.Bu sorumluluğun bilincinde olarak insan seçmek zorundadır.


 
g.Tüm insan faaliyetlerinin eşitliği ve ahlak kavramı

Mutlak iyi ve mutlak kötü yoktur Sartre’ye göre.Ahlak kavramı da diğer insanlarla ilgili değildir.Bu saçma dünyada saçma bir ahlak kavramıdır Sartre’ninki..Sartre’nin bir uslamlaması “tüm insan faaliyetlerinin eşitliği” üzerinedir.Birinin içki içmesi ya da devlet başkanı olması arasında fark yoktur.Öncelikli görünen bir şey varsa bu, gerçek amaçtan çok bilince yansıyan ideal amaçtan dolayıdır. Sartre’nin eşitlik kavramı en çok eleştirilen görüşlerinden birisi olmuştur.


 
h.Kötü niyet

Sartre, kendi özgür seçimleri ile oluşan özüne ait olanın dışında, insan varoluşuna anlam yüklemenin her türlüsünün kendini kandırma olduğunu ileri sürer.Manevi değerleri,dini ya da bilimi hayata anlam vermek için kullananlar “kötü niyetli”dir. (bad faith).Bu yola baş vuranlar eylemlerinin sorumluluğunu üzerlerine almak istemezler.Sorumluluğu dış etkenlerin üzerine yıkarlar ve kendilerine rehberlik edecek statik değerler ararlar.

 
ı.Saçmalık ve bulantı


Kendisinde varlığın "tesadüfen" ve "beklenmeden ortaya çıkma" hususiyeti yani olumsallığı onunla bağlantı halinde bulunan, ona yönelen insanı yoğun bir tedirginlik, rahatsızlık ve ileri boyutta "bulantı" duygularıyla rahatsız edecektir. Çünkü insanın dünya ile bu bağlantısı "mutlak saçmalık:' ile bağlantıdır. Yani insanın "bulantı" ve "tedirginlik" duygusu dünyanın mutlak saçmalığına bağlıdır.
Bulantı romanının kahramanı Roquentin 'in ifadeleri bu duruma güzel bir örnek teşkil eder.

Dünyanın, " bu uysal solucanın varolması için hiçbir neden yoktu kuşkusuz, fakat onun varolmaması da mümkün değildir. ..... işte beni kızdıran da buydu "Roquentin kızgındır. Çünkü olaylar arasında mantıki bir bağ kurabileceğini ümit etmesine rağmen, dünya düzeninde mantıksal bir zorunluluğun bulunmadığını bu konudaki beklentilerinin boşuna olduğunu farketmiştir.Bu beyhudelik ise bulantıya sebebiyet vermektedir. Bununla da kalmaz. Kendisinde Varlık'ın saçmalığı otomatikman insana da sirayet eder. Zira bilinci itibariyle bir Kendisi İçin Varlık olan insan, bedeni itibariyle de bir Kendisinde Varlık olduğu için, hiçbir anlama sahip değildir. Bütün kendisinde varlıklar gibi o da sebepsiz ve saçmadır." varolmamız için hiçbir şey, ama hiçbir şey, hiçbir hiçbir neden yok varolmaya hakkım yok Rastgele çıkmamış ortaya, bir taş, bir bitki, bir mikrop gibi vanm. Yaşantım rastgele, her yönde sürüp gidiyordu ... benim yerim hiçbir yer değil; fazlayım ben" İşte "saçma bir hayat içine terkedilmiş olduğunu", bedeni itibariyle de bu saçmalıktan ve kontenjanlıktan payaldığını ve hatta ölümünün bile saçma olduğunu farketmenin hayal kırıklığı insanı öfkelendirir. Ancak unutulmaması gereken bir nokta vardır. İnsan yalnızca bir Kendisinde Varlık olmayıp aynı zamanda bilinçli bir varlık yani Kendisi İçin Varlıktır da. İşte o, bu yönüyle değerlendirildiğinde durum değişir. Zira insan dünyayı anlamlandırabilen bir varlıktır. Dünya "insan (benim) için" olduğu zaman bir "anlam"a sahiptir.


Kaynaklar:Britannica ansiklopedisi,Sartre maddesi ,90 dakikada Sartre:Paul Strathern Gendaş yayınları,;Felsefe sözlüğü abdülbaki güçlü-erkan uzun Bilim ve sanat yayınları 2002 , Düşünce tarihi Orhan Hançerlioğlu ,Yüz soruda felsefe tarihi Selahattin Hilav,Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu- David West,J.P. Sartre felsefesinde ben-başkası problemi-Yrd DoçDr. Emel KOÇ 
 
 
  Komünist Mücadele  
 
 

 
 
   
 
 

 
Bugün 12 ziyaretçi (15 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol